turkusanewspaper

SWP raporu: TSK Türk dış politikasının uygulayıcısı

Almanya’nın saygın düşünce kuruluşlarından Bilim ve Politika Vakfı (SWP) tarafından yayımlanan raporda, AKP’nin güvenlik ekosisteminde gerçekleştirdiği köklü dönüşümle Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK) Türk dış politikasının uygulayıcısı haline geldiği belirtiliyor.

Sinem Adar ve Nebahat Tanrıverdi Yaşar tarafından kaleme alınan ve AKP’nin son yirmi yılda sivil-asker ilişkilerinde gerçekleştirdiği dönüşümün mercek altına alındığı raporda, çarpıcı bulgu ve tespitlere yer veriliyor.

Yürüttükleri araştırma hakkında DW Türkçe’nin sorularını yanıtlayan Nebahat Tanrıverdi Yaşar artık TSK’nın iç güvenlik ve siyasette varlık göstermediğini, kabiliyetlerinin Türkiye’nin ülke dışında ayak izlerini genişletmek için dış politikaya kanalize edildiğini söyledi.


Siyasi analist Nebahat Tanrıverdi Yaşar.Fotoğraf: Privat

AKP’nin bu dönüşümle aynı zamanda “etkili bir darbe önleme stratejisi” geliştirdiğine işaret eden siyasi analist, “Yeni güvenlik ekosistemiyle iktidar, en azından şimdilik, hem dış politikasında etkin bir biçimde kullanabileceği bir orduya sahip hem de iç siyaseti güvenlikleştirmesine rağmen darbe riskini de minimize edebiliyor. Böylece yeni bir ulusal kimlik de geliştiriyor, kitleler de bu doğrultuda seferber ediliyor” dedi.

Ancak Yaşar’a göre AKP’nin izlediği politikalar finansman kaynağındaki sıkıntılar, Türkiye’den yurtdışına yaşanan beyin göçü nedeniyle risklerle karşı karşıya ve bunların aşılması için de bireysel hak ve özgürlükler alanında adımların atılması, ekonomik krizin aşılması için de yapısal dönüşümün gerçekleşmesi gerekiyor.

Türkiye’nin güvenlik, savunma ve dış politikasına ilişkin araştırmalarıyla bilinen Nebahat Tanrıverdi’ye yönelttiğimiz sorular ve yanıtları şöyle.

DW Türkçe: Sinem Adar ile kaleme aldığınız analizde Türkiye’de AKP iktidarı döneminde sivil-asker ilişkilerinin yeniden yapılandırılmasıyla ilgili olarak yürütülen tartışmaların aslında yanıltıcı olduğunu kaydediyorsunuz. Değişimin, hükümet yanlısı çevreler tarafından “demokrasinin zaferi,” muhalefet tarafından ise “kurumsal yapıların otokrasi altındaki erozyonu” olarak görüldüğünü, realitenin ise farklı bir tablo ortaya koyduğuna dikkat çekiyorsunuz. Nedir bu realite?

Nebahat Tanrıverdi Yaşar: AKP’nin iktidara gelmesinden sonra sivil-asker ilişkilerinde önemli bir değişim sürecine girilmişti ve aslında Avrupa Birliği’nin Türkiye’den talep ettiği reformlar da özellikle askerin Türk dış politikasındaki rolünün azaltılması yönündeydi. Fakat bugün geldiğimiz noktada biz aslında başka bir realite ile karşı karşıyayız: Bütün beklentilerin aksine AKP iktidarı döneminde TSK Türk dış politikasının yürütülmesinde daha fazla rol almaya başladı, özellikle 2016’dan sonra da sert güç unsurları dış politikada daha fazla kullanılmaya başlandı. Bunun da ötesinde, daha geniş bir yeniden yapılandırma içinde, TSK, İçişleri Bakanlığı, Milli İstihbarat Teşkilatı ve savunma sanayii ile birlikte güçlenen bir güvenlik ekosisteminin bir parçası haline geldi.


AKP’nin sivil-asker ilişkilerindeki köklü değişiklik ile aynı zamanda etkin bir darbe önleme stratejisi geliştirdiği belirtiliyor.Fotoğraf: Kayhan Ozer/AFP

Türkiye’de bu konuda yürütülen mevcut tartışmaları neden yanıltıcı buluyorsunuz?

Sivil-asker ilişkilerindeki dönüşüm tartışmaları bir ikilik, dikotomi üzerinden ilerliyor. Yürütülen tartışmalar, askeri vesayet karşısında demokrasinin zaferi ile cumhuriyet kurumlarının çöküşü olarak görülen bir hezimet arasında dalgalanan bir tartışmaya sıkışmış durumda. Yakından baktığımızda ise aslında Türkiye’de güvenlik ekosisteminde bu tartışmaların ötesinde köklü bir dönüşüm söz konusu…

Ordu üzerindeki sivil kontrolün demokratikleşmeyi güçlendireceği varsayımının aksine Türkiye’de aslında son yirmi yılda otoriter yönetime geçiş yaşandığına işaret ediyorsunuz…

Evet askerin sivil kontrolüne geçmiş olmasının demokratikleşme için gerekli ama yeterli olmadığını görüyoruz. Mevcut realite bizi bunu gösteriyor. Ayrıca dönüşüme yakından baktığımızda AKP’nin devlet toplum tahayyülünde ya da AKP’nin Türkiye’ye yönelik küresel konumuna bakışında milliyetçilik ve militarizmin emanet değil kurucu unsurlar olduğunu görüyoruz. Ve evet köklü değişimin bir sonucu olarak TSK iç güvenlik ve siyasette varlık göstermiyor ama bu TSK’nın özellikle kurumsal ve operasyonel kapasitesinin azaldığı anlamına gelmiyor. Bu kabiliyetlerin Türkiye’nin ülke dışında ayak izlerini genişletmek için dış politikaya kanalize edildiğini görüyoruz. Çalışmamızın ana argümanlarından biri de tüm bu dönüşümün cari siyasi tartışmaların ötesinde, Soğuk Savaş sonra Türkiye’nin ve NATO’nun güvenlik tehdidi algılamalarındaki değişimin etkisiyle 1990’larda güçlü bir biçimde ortaya çıkan iki ana eğilimin, yani askeri modernizasyon ve profesyonelleşme ile seferi bir güç olarak barışı koruma operasyonlarına katılım gösterme eğiliminin devamı olarak gerçekleştiğidir.


Türkiye dışında nüfuzunu artıran Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Somali’de askerlere verdiği askeri eğitim sırasında çekilmiş bir fotoğraf.Fotoğraf: Ercin Erturk/AA/picture alliance

15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminin, AKP’nin yönetici elitlerine tüm güvenlik ekosisteminde radikal değişime gitme imkânı verdiğine işaret ettiğiniz yazınızda bunun önemli bir dönüm noktası olduğuna dikkat çekiyorsunuz. Size göre gerçekleştirilen radikal dönüşümün en önemli unsurları neler?

TSK, Savunma Bakanlığının kontrolüne geçmesiyle artık sadece bir dış güvenlik aktörü olarak konumlandırılmış durumda. İç güvenlik ise İçişleri Bakanlığına ve bir yerde de MİT’e devredildi. Sadece TSK değil aynı zamanda İçişleri Bakanlığı ve MİT de benzer kaynak ve ağır teçhizatlarla donatılmış durumda. Ve AKP de zaten bu dönüşüm sayesinde bir darbeden korkmadan, içeriyi güvenlikleştirebiliyor…


Uzmanlara göre 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi, AKP’nin yönetici elitlerine tüm güvenlik ekosisteminde radikal değişime gitme imkanı verdi.Fotoğraf: S. Samiloglu

Analizinizde de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu dönüşümle “etkili bir darbe önleme stratejisi” geliştirdiğini kaydediyorsunuz. Bunu açar mısınız?

TSK yargıda, eğitimde, sağlıkta kendi özerk kurumları olan geniş bir yapıydı. Özellikle 2016 yılından sonra TSK’nın emir komuta zinciri Savunma Bakanlığına, yargı, eğitim, sağlık gibi kurumları da ilgili bakanlıklara devredildi. Jandarma ve Sahil Güvenlik İçişleri Bakanlığına bağlanırken, polis teşkilatına da ağır silahlar tahsis edildi. TSK tarafından ülkenin içinde gerçekleştirilen özellikle terörle mücadele operasyonları İçişleri Bakanlığına bağlı güvenlik kuruluşlarına devredildi. TSK dışındaki güvenlik kurumlarının da kapasiteleri arttırıldı, ağır silahlar verildi. Bunların yanı sıra MİT’in de son yıllarda önemli bir aktör olarak yükselişine şahit olduk. Hem dış istihbarat yeteneklerinin hem de iç güvenlikte yetkileri ve kabiliyetleri artırıldı. Artık MİT, iç güvenlik ve dış güvenlikteki kurumsal ayrışmada köprü rolünü oynuyor. Aynı zamanda İçişleri Bakanlığına bağlı birimlerle, TSK’daki askeri birimler arasındaki dengeyi de sağlıyor. İşte güvenlik kurumları arasındaki güç dengelerindeki değişim, iç ve dış güvenlikteki kurumsal ayrışma, cumhurbaşkanının güvenlik kurumları üzerlerindeki kontrolünü arttırdı. Bu nedenle de AKP etkili bir darbe önleme stratejisi üretmiş oldu.


Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 2022’deki Efes askeri tatbikatı sırasında çekilmiş fotoğrafı.Fotoğraf: DHA

Yazınızda “içeride zayıf, dışarıda güçlü” olduğuna vurgu yaptığınız TSK’nın, Türk dış politikasının tek uygulayıcısı haline gelmesi ile “seferi bir varlığa” dönüşğüne işaret ediyorsunuz. Güvenlik ekosistemindeki bu yeni yapı Türkiye’ye özgü mü?

Türkiye has özgünlükleri var sistemin ama bu sistemin başka hiçbir yerde olmadığını da iddia edemeyiz. Özellikle ABD’de, İngiltere’de iç ve dış güvenliğin ve istihbaratın birbirini dengeleyecek şekilde ayrıştığı yapılar görmekteyiz, bu hem performans kalitesi hem de güvenlik kurumlarının dengelenmesine olanak sağlayan bir yapı. Türkiye açısından ayrıştırıcı özelliği, önemli bir darbe önleme stratejisi olarak kullanılması. Yeni güvenlik ekosistemiyle iktidar, en azından şimdilik, hem dış politikasında etkin bir biçimde kullanabileceği bir orduya sahip hem de iç siyaseti güvenlikleştirmesine rağmen darbe riskini de minimize edebiliyor. Böylece yeni bir ulusal kimlik de geliştiriyor, kitleler de bu doğrultuda seferber ediliyor.

“Yeni ulusal kimlik” ile ne kastediyorsunuz? Nedir bunun birleşenleri?

Yeni ulusal kimlik söyleminde üç temel birleşen var. Birincisi, yerli ve milli değerlerden beslenen bir özgüven iddiası. İkincisi bilim ve inovasyon adına yeni nesil seferberliği, yeni nesle dönük popüler kültür aracılığıyla, Teknofest’ler aracılığıyla bu söylem kullanılıyor. Ve bu yolla da AKP yönetici elitleri, kendilerinin şekillendirdiği özgün militarizm ve tekno-milliyetçiliği üretmiş oluyor.


Siyasi analist Nebahat Tanrıverdi Yaşar, AKP’nin kendine özgü yeni bir ulusal kimlik geliştirmeye çalıştığını, militarizm ve tekno-milliyetçiliğinin de bunun önemli bir birleşeni olduğunu söyledi.Fotoğraf: Murat Cetinmuhurdar/TUR Presidency/AA/picture alliance / AA

Peki AKP’nin bu iddialı politikaları ile başlattığı dönüşüm ne kadar sağlam, inşa edilmeye çalışılan yeni ulusal kimlik ne ölçüde konsolide edilebiliyor?

Hem ulusal kimliğin konsolidasyonu hem de yerli savunma sanayinin genişlemesi, derinleşmesi meselesi risklerle, zorluklarla karşı karşıya. Çünkü hem finansman kaynağında sıkıntılar hem de Türkiye’den yurtdışına yaşanan beyin göçü nedeniyle kalifiye insan gücünde ciddi bir azalma söz konusu. Bunları aşmak için hem bireysel hak ve özgürlükler alanında adımların atılması hem de ekonomik krizin aşılması için yapısal dönüşümün gerçekleşmesi gerekiyor.

Türkiye’de devlet kurumlarının erozyona uğradığı, liyakatli kadroların oluşturulmadığı, hatta cemaatlerin, tarikatların devlet kurumlarında nüfuzlarını arttırdıkları, ideolojik saiklerle personel alımı yapıldığı yönünde pek çok iddia haberlere yansıyor. Sizin bu bağlamda TSK ve MİT gibi güvenlik kurumlarına ilişkin gözlemleriniz nedir?

Bu konu özelinde yürüttüğüm derinlemesine bir araştırma yok, o nedenle doğrudan bu sorunuza cevap veremiyorum. Öte yandan, TSK’nın operasyonel kabiliyetleri bağlamında, müdahil olunan askeri misyon ve görevlerin kapsamı, niteliği ve niceliğine baktığımızda ciddi kazanımlar ve artışlar görüyoruz. Türkiye’nin askeri güç unsurlarına yoğun bir yatırım var, bununla da yakın çevresinde ve hatta geniş coğrafyasında nüfuzunu arttırmış görünüyor. Bu sahadaki realite.


TSK’nın Suriye’ye yönelik operasyonları sırasında çekilmiş bir fotoğraf. Fotoğraf: Reuters

TSK içinde NATO’cu Avrasya çekişmesi olduğu, Türkiye’nin son dönemde, büyük ölçüde jeostratejik konumu nedeniyle bazı tercihler yapmaya zorlanmasıyla bu çekişmenin daha da yoğunlaştığı iddia ediliyor… Sizin buna ilişkin gözlemleriniz nedir?

Bu gerilimler aslında Türkiye’nin güvenlik kimliği ile ilgili ve Soğuk Savaş’ın bitiminden itibaren de Türkiye’deki tartışmaların odak noktası. Biz Türkiye’deki dönüşümü incelerken ve bu dönüşüm istikrarlı mıdır, dengeli midir, kalıcı mıdır diye baktığımızda karşımıza çıkan mesele bununla çok alakalı. Çünkü dönüşüm, Türkiye’nin güvenlik kimliği ve Batılı müttefikleriyle ilişkilerine dair gerilimi, stratejik savrulmayı bertaraf edebilmiş, buna çözüm bulabilmiş değil. Türkiye’nin diplomatik kaslarının yeterince güçlü olmayışı da bunda büyük rol oynuyor. Türkiye’nin aslında dinamik olan çok kutuplu sistem içerisinde kendini nereye konumlandıracağı, kendi güvenlik kimliğini bundan sonra nasıl tanımlayacağı meselesine net bir cevap vermesi gerekiyor. Bunları yaparken de daha fazla diplomatik kaslarından faydalanması gerekliliği göze çarpıyor. Henüz net bir yönelim göremiyoruz. Türkiye’nin Batılı müttefikleriyle Karadeniz’de, Doğu Akdeniz’deki güvenlik stratejilerindeki çatlak durum daha da ciddi hale geldi. Tablo oldukça karamsar görünüyor ve Türkiye’nin kısa vadede bulduğu çözüm çok kutuplu dünyada bir denge politikası yürütmek.

DW Türkçe’ye sansürsüz nasıl erişebilirim?

Exit mobile version