Cumhuriyet’i 100. yaşında bekleyen tehlike: Otoriterleşme
Türkiye’de Cumhuriyet 100 yaşına girerken siyaset bilimciler demokrasinin yeni bir otoriterleşme dalgası tehdidi ile karşı karşı olduğuna dikkat çekiyor.
Türkiye Cumhuriyeti, 29 Ekim’de 100. yıldönümünü kutlarken kurulduğu 1923 yılından günümüze kadarki yolculuğunda demokrasisinde önemli dönüm noktaları kadar askeri darbelerle kesintiler de yaşadı. Siyaset bilimcilere göre önemli aşamalar kat etmesine rağmen Türkiye demokrasi tam olarak hâlâ konsolide edilebilmiş değil.
İngiltere merkezli araştırma ve analiz şirketi Economist Intelligence Unit (EIU) tarafından hazırlanan Demokrasi Endeksi’nde Türkiye 2022 yılında 167 ülke arasında 103’üncü sırada yer aldı. Rapora göre dünyada 24 ülkede “tam demokrasi” var ve Türkiye şu an için “hibrit rejim” kategorisinde.
Peki 100 yıl gibi insan ömrü için uzun, ama demokrasilerin kökleşmesi için her zaman çok da yeterli görülmeyen bu zaman diliminde Türkiye demokrasisinin önemli dönüm noktaları neler oldu?
1923 yılında kurulmasına karşılık demokrasi geçmişi 77 yıl olan Türkiye’de bu alanda ileriye ya da bazen geriye doğru meydana gelen gelişmelerin ülkenin iç dinamikleri kadar dünyanın o dönemdeki konjonktürü ile de örtüşerek seyrettiği görülüyor.
Demokrasideki önemli dönüm noktaları
Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan ve parçalanan Osmanlı İmparatorluğu’nun ardından Kurtuluş Savaşı vererek kurulan Türkiye Cumhuriyeti ilk dönemlerinde iki dünya savaşı arası tüm dünyayı etkisi altına alan çalkantılı yıllarda ayakta kalmaya çalışmıştı.
O yıllarda farklı ülkelerde farklı biçimlerde görülen ve ana hatlarıyla liberalizm, sosyalizm ve faşizm olarak tanımlanabilecek yönetim biçimleri birbirleri ile 2. Dünya Savaşı’nın başlayacağı 1939’a kadar mücadele ederken genç Cumhuriyet’in o dönemdeki tercihi üçü de olmadı.
Mustafa Kemal Atatürk döneminde denenen, ancak başarısız olunan muhalefet partisi denemeleri dışında Türkiye’de 1946’ya kadar tek partili yönetim iktidarda kaldı.
Çok partili hayata geçiş
İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmin yenilmesi ile birlikte liberalizm ve sosyalizm ayakta kalan iki büyük rejim olurken Sovyetler Birliği’nin artan tehditlerinin de etkisiyle Türkiye artık iki sistem arasında bir tercih yapmaya yönelir.
Savaşın hemen ardından 1946’da çok partili hayata geçilir ve 1950 seçiminde kurucu parti CHP değil Demokrat Parti kazanır, böylelikle Türkiye’de iktidar ilk defa demokratik seçimler aracılığıyla el değiştirmiş olur.
Siyaset Bilimci Berk Esen, küresel ölçekte bakılacak olunursa demokrasinin gelişmekte olan ülkeler nezdinde Türkiye’ye daha erken geldiğini belirterek 1950 yılında Türkiye demokrasiye geçtiği zaman dünyanın önemli bölümünde demokratik rejimlerin hüküm sürmediğini ve önemli sayıda ülkenin hâlâ koloni olduğunu hatırlatıyor.
O dönemde gelişmekte olan ülkelerin çoğunun gelişme seviyesinin çok düşük olduğunu söyleyen Esen, “Küresel güney ülkeler nezdinde demokrasiye en erken geçen örneklerden biri Türkiye ve bu yönüyle Türkiye siyaset biliminde de tartışılan çok önemli bir vaka” diyor.
Ünlü tarihçi Bernard Lewis de 1950 seçiminin önemini “Demokrasinin Türkiye Serüveni” kitabındaki bir makalesinde şöyle anlatıyor:
“Bir hükümet için seçim kaybetmek ve muhalefetle yer değiştirmek demokrasisi oturmuş toplumların siyasi hayatında hiç de olağandışı bir durum değildir. Ancak Türkiye’de bu kadar sakin bir geçiş yeniydi. Sadece ülke tarihinde değil tüm bölgede, hatta benzer bir tarihi ve geleneği paylaşan diğerleri için de durum buydu. Yeni bir çağın başlangıcını simgeliyordu ve o sırada pek çoklarına göre yeni bir tarih yazılıyordu.”
Siyaset Bilimci Fuat Keyman ise 1950’den ötesine bakıyor ve demokrasiye çok partili parlamenter sistem içinde geçen Türkiye’nin demokrasisini bugüne kadar güçlendirmediğini ve “konsolide” edemediğini söyleyerek şu yorumu yapıyor:
“Bu eksiklikte, 1960’dan 2016’ya yaşadığımız darbelerin ve müdahalelerin önemli rolü oldu. Ama 2014’den bugüne yaşadığımız denge ve denetleme sistemini sevmeyen, yürütme aygıtını çok güçlendiren, yargı ve yönetim kurumlarını siyasallaştıran, demokrasiden otoriterleşmeye sapma tercihiyle seçilmiş iktidar da demokrasi eksiği sorununu derinleştirdi.”
Esen de “demokrasinin konsolide olamaması” noktasında Keyman ile birleşirken bunu şöyle açıklıyor:
“Demokratik rejimin artık tartışmaların ötesinde olduğu, bütün siyasi aktörlerin demokratik kurumlara bağlı olduğu, seçimlerin serbest ve adil yapıldığı, seçim sonuçlarının bütün siyasi aktörler tarafından kabul edildiği bir konsolide olmuşluktan söz ediyoruz. Yani Türkiye pekişmiş demokratik bir rejime bir türlü geçemedi ve bu yönüyle hayli kötü bir performansa sahip.”
Askeri darbeler ve kaçırılan fırsatlar
Peki Keyman’ın da dikkat çektiği askeri darbelerin demokrasiye etkisi ne oldu?
Çok partili hayata geçilmesinden 10 yıl sonra 1960 darbesi ile başlayan bu süreçte zaman zaman demokraside kesintiler meydana gelirken darbe dönemlerinin ardından her seferinde demokrasiye yeniden dönülmesine de dikkat çekiliyor.
Lewis bunun diğer ülkelerden farkını şöyle aktarıyor:
“Türkiye örneğinde sapmalar ve müdahaleler olmuştur ve bunlar büyük gerilimlerin ve sınırlı demokratik deneyimin bulunduğu durumlarda doğaldır. Önemli ve ayırt edici olan ise her sapmadan sonra, demokratik süreçler tekrar rayına oturtulmuş ve Türk halkı özgürlük ve demokrasi yolculuğuna devam etmiştir.”
Esen ise Türkiye’nin demokrasi serüveninde otoriterleşme ve aşınma için “sarkaç” benzetmesi yaparak bu sarkacın bir ucunun askeri yönetimler diğer ucunun ise seçimle iktidara gelen partiler olduğunu anlatıyor:
“Türkiye’de genelde kamuoyunda darbeler tartışılır ve Türkiye’nin demokratik yörüngeden çıkışı hep askeri yönetimler üzerinden açıklanır. Bu doğrudur ama bence kısıtlı bir tartışma. Asıl göz ardı edilen ve üstünde yeterince durulmayan seçimleri kazanan sağ popülist partiler eliyle de Türkiye’de demokratik rejimin önceki dönemlerde çökmesidir.”
1960 darbesi, 1971 muhtırası ve 12 Eylül askeri darbesi demokrasi için önemli dönüm noktaları olur. 28 Şubat dönemi ve birkaç farklı başarısız darbe girişiminden sonra 15 Temmuz 2016’da Gülen yapılanmasının darbe girişimi ve ardından gelen olağanüstü hal dönemi de demokrasi açısından bir diğer önemli kırılma anı olarak düşünülüyor.
Keyman, tüm bu süreçte kaçırılan önemli fırsatları kendi önem sırasıyla şöyle anlatıyor:
“Birincisi, 2000-2008 dönemindeki Türkiye’nin AB serüveninde yaşanan ‘demokratik ve idari reform sürecinden’ vazgeçilmesi. İkincisi; 1950’de demokrasiye geçen Türkiye’de, Demokrat Parti’nin 1954’den itibaren otoriterleşme, popülizm ve parti çıkarını tercih etmesi, bu sorunun asker ve derin devlet tarafından 1960 darbesiyle çözüm kararının alınması ve darbeler döneminin başlatılması. Üçüncüsü de 15 Temmuz darbe girişiminden ders almayarak iktidarın Türkiye’yi güvenlik adına demokrasi, çoğulculuk ve eşit vatandaşlıktan uzaklaştırması.”
Demokratikleşme ve otoriterleşme dalgaları
Türkiye’nin demokrasi serüveni dünyada belli dönemlerde dalgalar halinde gerçekleşen demokratikleşme ve otoriterleşme akımlarıyla iç içe geçmiş durumda.
Siyaset bilimine göre dünyada 1850’lerin ortasından itibaren üç önemli demokratikleşme dalgası olduğunu anlatan Esen, bunları 1850-1920 arası, 1945 ve sonrası ile 1970 ortalarından 90’lara kadar olan dönem olarak aktarıyor.
Türkiye’nin 1945 sonrası çok partili hayata geçiş ve 12 Eylül darbesinin ardından 1983’te yeniden demokrasiye dönüş ile ikinci ve üçüncü demokratikleşme dalgalarında yer aldığını söyleyen Esen, dünyadaki otoriterleşme dönemlerinin ise demokratikleşme dönemlerinin hemen ardından gerçekleştiğine dikkat çekiyor:
Esen, Türkiye’nin şu anda dünyayı etkisi atına alan üçüncü otoriterleşme dalgası içinde olduğunu söylüyor:
“Türkiye’yi biz hep kendine özgü koşulları nedeniyle tek başına inceleriz, ama ben bunun doğru bir analiz yöntemi olduğunu düşünmüyorum. Çünkü Türkiye aslında hem demokratikleşme hem otoriterleşme anlamında küresel dalgaların her birinin parçası olmuş durumda.”
Türkiye’de demokrasinin geleceği
Ortadoğu uzmanı Lewis ise kitabında demokrasinin Türkiye’de yaşadığı tüm zorluklara rağmen uzun yıllar ayakta kalmasını 2000’li yılların başlarında şöyle açıklıyor:
“Türkiye’de demokratik kurumlar, ne yenik düşmüş Mihver ülkelerde olduğu gibi, galip devletler tarafından zorla benimsetilmiş, ne de eski İngiliz ve Fransız sömürgelerinde olduğu gibi, terk eden sömürgeciler tarafından miras bırakılmıştır; Türklerin özgür seçimiyle uygulamaya sokulmuştur. Bu hiç kuşkusuz bu kurumlara çok daha fazla hayatta kalma şansı vermiştir.”
Ancak Lewis’in iyimserliğine karşılık 2002 seçiminde AKP’nin iktidara gelmesi ve ikinci 10 yıllık döneminde demokrasinden uzaklaşıldığına ilişkin iktidara yapılan eleştiriler bu yolculuğun nereye gideceğine yönelik tartışmaları da beraberinde getiriyor.
Keyman, Cumhuriyetin 100. yılında “Cumhuriyet modernleşmesinin bitimi, Atatürk’ün değerinin unutturulması, kadın eşitliği ve çoğulculuktan vazgeçilmesi, haklar ve özgürlükler yerine aile, farklılıklar içinde birlikte yaşama ve çoğulculuk yerine Türk-İslam sentezi ve eşit vatandaşlık/demokrasi yerine güçlü devlet odaklı yeni bir döneme” geçilmiş olunabileceğini belirtiyor.
Yeni anayasa tartışması ile muhalefetin bugünkü durumunun devam edip etmeyeceğinin belirleyici olacağını söyleyen Keyman, “En genelinde; güvenlik ve ekonominin demokrasi ve demokratik anayasal sistemin önüne getirildiği, denge ve denetlemesi olmayan, güçlü, merkezi ve yürütmeye dayalı yönetim sistemi tercihinin yapısallaşması ve ‘kasabanın tek oyunu’ olması olasılığının güçlendiği bir dönem başlayabilir” diyor.
Esen de Türkiye’de demokrasinin geleceği için çok umutlu olmayan isimlerden. Demokrasinin konsolide olamadığı görüşünü tekrarlayan Esen, “Ben artık Türkiye’de demokratikleşme tartışmasından ziyade ‘acaba bu otoriter rejim daha da pekişir mi” tartışmasını yaşayacağımızı düşünüyorum. Otoriter rejimin ne oranda pekişeceğini biz önümüzdeki senelerde göreceğiz” diyor.
DW Türkçe’ye VPN ile nasıl ulaşabilirim?