Gezi: Kutuplaştırma politikalarının yükseldiği 10 yıl
Gezi eylemlerinden sonra Türkiye, iktidarı eleştiren kesimlerin giderek daha fazla kriminalize edildiği, iktidarın kutuplaştırıcı dilinin arttığı bir döneme girdi. Peki Gezi geçen 10 yılda siyaseti nasıl şekillendirdi?
Demokrasilerde yönetilenlerin sandığa gitmek dışında yönetime katılma biçimlerinden biri olan örgütlenme ve protesto hakkı, Türkiye’de uzun yıllardır kriminalize ediliyor. Bunun toplumsal hafızada yer tutmuş mihenk taşlarından biri de Gezi direnişi. İstanbul Taksim’deki Gezi Parkı’na imar izni olmadan yapılmak istenen Topçu Kışlası inşaatına itiraz etmek için başlayan ve Taksim’in ardından ülke geneline yayılan barışçıl eylemlerin üzerinden 10 yıl geçti.
Bu tarihten sonra Türkiye, bir yandan yapısal politikalarla sivil alanın daraltıldığı diğer yandan iktidarı eleştiren kesimlerin giderek daha fazla kriminalize edilerek terörizmle ilişkilendirildiği bir döneme girdi. Bunun en önemli yansıması ise iktidarın kutuplaştırıcı dilinin arttığı Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde görüldü.
Peki Gezi direnişi sivil toplumda nasıl bir değişim ve dönüşüme yol açtı?
DW Türkçe’ye konuşan Yurttaşlık Derneği’nden Emel Kurma’ya göre Gezi protestoları esasen kamusal alana sahip çıkan, toplumsal zemini, müşterekleri ve yurttaşlık anlayışını, hukukunu inşaya yönelik düz muhalefetten ötesine işaret eden bir an yarattı. “Bu protestoların gücü azımsanamaz” diyen Kurma, ekledi:
“Bunu yer yer ve kısmen sağladıkları kazanımların yanı sıra protestoları bastırmak, toplum nezdinde itibarsızlaştırmak ve toplumsal hafızadan silmek için rejimlerin harcadığı çabadan da anlayabiliriz.”
“Kamplaşmanın yarattığı tuzaklar fark edildi”
Gezi eylemlerinin, farklı toplumsal kesimlerin kutuplaştırma politikalarının ve kamplaşmanın yarattığı tuzakların farkına varmasını sağladığını ifade eden Kurma, Gezi’nin kazanımlarını ise şöyle anlatıyor:
“Yasal(laştırılmış) olanla, hakkaniyet, meşruiyet arasında makas açıklıkları olabileceğini aşikâr kıldı. Barışçıl gösteri ve protestonun terörle merörle, bu hakkı kullanmanın da teröristlikle alakası olmadığını, bizzat yaşayarak idrak etti protestolara katılanlar. Kendilerine okulda belletilenlerin, resmi ağızlardan vaaz edilenlerin, merkez medyadan aktarılanların, kamusal meselelerin farklı boyutlarını ve olgusal hakikatleri hangi açılardan ne ölçüde yansıttığını ne derece propagandadan ibaret olduğunu sorgulamaya da yöneldiler ister istemez. Birbirlerine karşı düşmanlaştırılmanın, nihayetinde bizzat kendi hayatlarını da nasıl olumsuz şekillerde etkilediğini gördüler. Özgürlük ve hak taleplerinde bir araya gelme konusunda tecrübe edindiler; cesaretlendiler.”
Kurma, iktidarın tam da bu idrak ihtimalinin, özgüven ve cesaret nüvesinin olgunlaşıp yayılan bir ferasete dönüşmemesi için topyekûn bir baskı, sindirme, hafızayı şaşırtma ve yeniden formatlama seferberliğine giriştiği görüşünü paylaşıyor.
DW Türkçe’ye konuşan gazeteci ve antropolog Ayşe Çavdar da Gezi eylemleri ile birlikte yıllardır çeşitli sorunlara dikkat çekmeye çalışan örgütlü sivil toplumun, daha geniş bir sahada kocaman bir karşılığı olduğunun görüldüğüne işaret ediyor.
“Karalama ve iftira kampanyaları”
“Dolayısıyla Gezi, iktidar açısından, ekoloji, kentsel dönüşüm, iş cinayetleri gibi pek çok eylemlilik alanının ortak bir siyasete evrilme potansiyeli olduğuna dair bir delil oluşturdu” diyen Çavdar’a göre Gezi direnişiyle birlikte iktidar, toplumun asla ikna edemeyeceği hayli büyük bir kesimi olduğunu, dahası kriz anında birbirinden hiç de haz etmeyen pek çok kesimin siyasi dayanışma gösterebileceğini fark etti.
Çavdar, “Bunu kendi bekası karşısındaki en büyük tehdit olarak gördü ve o andan itibaren elinden gelen her yolla tüm siyasi ve sivil oluşumları yalnız bastırmaya değil, çeşitli manevralarla parçalamaya ve bir daha hareket edemeyecekleri şekilde sakatlamaya başladı” diyor.
Kurma da bu çerçevede herhangi bir yasayı çiğnemeyen ve şiddet içermeyen sivil itaatsizlik eylemlerinin meşru, hak ve özgürlükler çerçevesinde olmadığını kabul ettirmeye yönelik karalama, iftira kampanyaları yürütüldüğü görüşünde. Camide içki içilmesi ve Kabataş’ta saldırı gibi dezenformasyon hikayelerini hatırlatan Kurma, bununla birlikte Gezi protestolarının “kökü dışarda” (Soros vs.), planlanmış bir “operasyon”, bir kalkışma olduğu tevatürünün topluma ısrarla belletilmeye çalışıldığına dikkat çekiyor.
“Merkez medyadaki kesintisiz kara propagandadan sosyal medyanın yönlendirilmesine, dernekler mevzuatında yapılan doğrudan ve dolaylı yapısal/idari tedbirlere kadar yığınla taktik işe koşuldu” diyen Kurma’ya göre protesto ve gösteri hakkını kullanmanın toplum nezdinde adeta gayrimeşru bir faaliyet ve suç olarak kabul ettirilmesine yönelik bu ana stratejinin, yargı alanında işe koşulan taktiklerinden biri de Gezi davası oldu.
İlk dava 2014’te açıldı
Gezi Parkı eylemlerine yönelik ilk dava, 2014 yılında açıldı. Sanıkların 2015 yılında beraat etmesinden sonra 2019 yılında ikinci bir dava süreci başlatıldı. Bir yıl sonra sonuçlanan bu davada “cebir ve şiddet kullanarak hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs”, “mala zarar verme”, “kasten yaralama” ve “ağırlaştırılmış yaralama” suçlarından yargılanan sanıklar, suçlamalara ilişkin somut ve kesin delil bulunmadığı gerekçesiyle bir kez daha beraat etti.
Fakat savcılığın itirazı üzerine davanın yeniden görülmesine karar verildi. Çağlayan Adliyesi’nde 25 Nisan’da karar duruşması yapılan “Üçüncü Gezi Davası”ndan ise mahkûmiyet ve tutuklama kararları çıktı. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davada, Mücella Yapıcı, Can Atalay, Tayfun Kahraman, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Mine Özerden ve Yiğit Ali Ekmekçi 18 yıl hapis cezasına çarptırıldı ve hepsinin ayrı ayrı tutuklanmasına karar verildi. Aynı dosya kapsamında yargılanan iş insanı Osman Kavala’ya ise ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verildi.
“Birkaç kuş vurmaya yönelik hamle”
Gezi Davası’nda yargılama sürecinin peşinen bir cezalandırma hükmü halinde seyrettiğini ifade eden emel Emel Kurma, “Birtakım yalan yanlış senaryolar ve bomboş isnatlar uydurularak icat edilen bu yargılama, bir taşla birkaç kuş vurmaya yönelik bir hamle” diyor.
Kurma’ya göre Gezi Davası’ndan meram edilen toplumu, insanları, haklarını kullanmakta ısrar etmek, protesto düzenlemek şöyle dursun, herhangi bir protestonun nedenlerini merak edip anlamaya çalışmaktan dahi ürkütmekti. “Gezi yargılamalarının insanları toplumsal, siyasi alanda söz söylemekten, fikir geliştirmekten ve ifade etmekten, birbirleriyle ilişkilenmekten alıkoyan, geri durduran bir etkisi olduğu muhakkak” diyen Kurma, bu baskı karşısında kamusal alan zayıflasa da Gezi protestolarında filizlenen, ifadesini bulan toplum olma hali, ufku ve gücü, tümüyle silinip yok edilemediğini düşünüyor.
İktidarın yoksullaştırılarak muhtaçlaştırılmış kalabalıkların toplumlaşamamasına yönelik politikalarının sürdüğüne işaret eden Kurma’ya göre toplumsal sorgulama ve itirazların devam etmemesi için gerek cebir ve sindirme gerek kutuplaştırma gerek de rıza üretme yollarıyla, dört koldan 7/24 yürütülen toplum terbiyesi ağırlaşarak devam ediyor.
Muhalefetin ise bunu kırmaya karşı bir söylem geliştirmediğini düşünen Kurma, “Yine de 2014 yerel, 2015 Haziran ve Kasım genel seçimleri, 2017 referandumu, 2018 genel seçimleri ve 2019 yerel seçimlerinde sahada, farklı kulvarlardan insanların arasında cereyan eden yardımlaşmadan ve bu süreçte ortaya çıkan sivil toplum girişimlerinden de gözlemleyebildiğimiz gibi, 2023 resminin altında da usul usul akmaya devam eden daha sahici bir dönüşüm akışı, bir Gezi damarı var” diyor.
“Sivil toplum kalacak”
“Gezi’den bu yana yaşadığımız şeyin, devleti elinde bulunduran bir zümrenin, bürokrasiyi de dönüştürerek ve kendisine yeni işbirlikçiler bularak toplumun her kesimine yönelik bir seri sindirme hareketi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz” diyen Ayşe Çavdar’a göre de dönem dönem dozu artan bu sindirme hareketi görünürde ‘başarı’ya ulaşmış gibi görünse de aslında bir yandan da sivil toplumun direncini, bağışıklığını artırıyor ve stratejilerini geliştirmesine yarıyor.
Gezi’nin Türkiye tarihi için yeni bir nirengi noktası olduğunu düşünen Çavdar, “Bu iktidar elbette bir gün bitecek ve geride bütün bunların bir daha olmasına izin vermeyecek tecrübeye, birikime ve arzuya sahip bir sivil toplum kalacak” diyor.
AKP’nin Gezi sonrasında yarattığı kutuplaştırma siyasetinin Türkiye’ye maliyeti çok büyük olduğunu, devlet kurumlarının yozlaştığını, yolsuzluğun kaynakları kuruttuğunu ve toplum kesimlerinin birbirlerinden iyice uzaklaştığını söyleyen Çavdar, “Ne yazık ki bu hasarı gidermek on yıllar alacak. Ancak Gezi bize toplumun hangi dip dalgaları olduğunu gösterdi, Gezi’den sonra olanlar da kimin o dip dalgalardan ne denli korktuğunu. Her anlamda siyasetin çıtası alabildiğine yükseldi. Şimdi kurumsal siyasetin Gezi’de beliren ufku yakalayabilmesini bekliyoruz” diye konuşuyor.
Muhalefetin dahi kriminalize edildiği süreç
DW Türkçe’ye konuşan siyaset bilimci Prof. Dr. Emre Erdoğan ise Gezi’nin üzerinden 10 yıl geçse de kolektif hafızadaki yerini koruduğuna işaret ediyor.
Gezi protestolarının, 2016 sonrasındaki olağanüstü hâl yaklaşımının devam ettiği mevcut ortamda mümkün olamayacağını, bunun da Gezi’nin başarısızlığından değil sivil alanı daraltan yapısal değişikliklerden kaynaklandığını ifade eden Erdoğan, “Gezi hakkındaki görüşünü sorarak o kişinin hangi partiye oy vereceğini tahmin edebiliriz. Bu kadar bölücü bir konu haline geldi. Çünkü o yeniden üretildi” diyor.
Gezi’nin toplumun bazı kesimleri için bir tür özgürlük alanı, bir tür dayanışma öyküleri içerse de bazılar için Türkiye’ye güvenliğine bir tehdit olarak görüldüğünü, bunun da Gezi’nin kriminalize edilmesinden kaynaklandığını dile getiren Erdoğan’a göre Gezi Davası bu anlatımı güçlendirdi.
Türkiye’de demokrasinin sandıkta oy kullanmak şeklinde kavramsallaştırıldığını, sandık harici konvansiyonel olmayan demokratik katılım yöntemlerinin ise kriminalize edildiğini vurgulayan Erdoğan, “Dolayısıyla bu sandık demokrasisi haricindeki her yola başvurmak bir tür anarşistlikle, terörizmle ilişkilendiriliyor ve ‘halkın iradesini kabul etmiyor musun’ deniyor. Şimdi bu önemli bir çerçeve. Bu çerçeveyi yok sayamayız” diyor.
Son seçimlerde Gezi gündeme getirilmese de dış güçler söylemiyle siyaset yapılmaya devam edildiğini belirten Erdoğan, gelinen noktada muhalefetin de dış güçlerin istediklerini yapan, onlar tarafından beslenen bir kriminalize örgüt olarak lanse edildiğine dikkat çekiyor.
Sekiz sivil hayatını kaybetti
27 Mayıs 2013 tarihinde iş makinelerinin Gezi Parkı’na girmesinin ardından bu haber sosyal medya aracılığıyla kısa sürede yayılmış, polisin çalışmaları durdurmak isteyen çevre aktivistlerine orantısız müdahalesi ve dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın inşaatın yapımında ısrarcı açıklamaları ile protestolar hükümet karşıtı gösterilere dönüşmüştü.
Eylemler sırasında demokratik taleplerini dile getiren göstericiler, hak ihlallerine yol açan güç kullanımıyla karşılaştı. Polis şiddeti sonucu sekiz sivil hayatını kaybederken 10 bine yakın kişi yaralandı.
DW Türkçe’ye VPN ile nasıl ulaşabilirim?